Çadır kurabilirsin. | You can set up a tent. |
Öğle yemeği yemek için yola çıktık. | We have set out to eat lunch. |
Bu sabah erkenden ofise gitmek için yola çıkıyordum. | I was setting off for the office early this morning. |
Sonunda Metroya bindim. | I ended up taking the Metro. |
Metroya binmelisin. | You should take the Metro. |
Metroya binelim. | Let's get on the Metro. |
Metrodan inelim. | Let's get off the Metro. |
Eski bir meslektaşıma rastladım. - karşılaştım | I bumped into an former colleague. |
eski bir meslektaş | a former colleague |
Haydi iki laflayalım. | Let's catch up a little bit. |
Bir şeyi öne sürdü - lafı oraya getirdi | he brought up something |
daha önce öğrendiğim bir şey | something I had already found out |
bazı ofis dedikodularına kulak misafiri olmak | overhearing some office gossip |
Ali biraz paraya geldi. - biraz para kazanmış - miras kalmış | Ali has come into some money. |
Bu meseleyi çözelim. - halledelim. | Let's sort out this matter. |
Beni pazarlama rolünde üstlenmeyi teklif etti. | He offered to take me on in a marketing role. |
pis, kötü, iğrenç | nasty |
Kızım tatlılara düşkündür. | My daughter is fond of sweets. |
Mimoza'yı çok severiz. | We are fond of Mimoza. |
defalarca | time and time again |
en azından | at least |
O zaman da..., o seferinde ... | On that occasion |
yıpranmak, etkisi geçmek | to wear off |
Anestezinin etkisi geçince, | When the anesthetic wore off, |
Ali, Veli'ye çiğ et yedirdi. (zorlama ile) | Ali made Veli eat raw meat. |
Ali Veli'ye çiğ et yedirtti. (ikna ile) | Ali got Veli TO eat raw meat. |
Ali Veli'ye çiğ et yemesine yardım etti. - yedirdi. | Ali helped Veli eat raw meat. |
Ali Veli'nin çiğ et yemesine izin verdi. - yedirdi. | Ali let Veli eat raw meat. |
Ali, Veli'ye çiğ et yedirdi. | Ali had Veli eat raw meat. |
Cihan'a arabamı tamir ettireceğim. (işi olduğu için yaptırmak) | I will have Cihan repair my car. |
Dün gece çocuklarıma odalarını toplamasını sağladım. | Last night, I had my kids tidy up their room. |
Gölün içine tükürmeyin. | Do not spit into the lake. |
Bu kadardı. -İşte bu. | That was it. |
Johnny ağladı ve dişçisi de "ağladı". | Johnny cried and so "did" his dentist. |
Adam yalnızdı, karısı da öyle. | The man was alone, so was his wife. |
Adam yalnız, karısı da öyle. | The man is alone, so is his wife. |
Aşırı hava olayları | Extreme weather events |
Pencereler belirsizliği ortadan kaldırır. | Windows do away with uncertainty. |
Avantajlar iki yönlüdür. | Advantages are two-folded. |
prefabrik evler - önceden hazırlanmış | prefabricated houses |
evler imal etmek | to fabricate houses |
kumaş | fabric |
Pratik avantaj - uygulamaya yönelik avantaj | The practical advantage |
belirsizlik | uncertainty |
Böyle pahalı bir emtia | such an expensive commodity |
Parçalar önceden hazırlanır. | Parts are prepared beforehand. |
kapısı siyah olan bir araba | a car the door of which is black |
kapısı çalınan bir araba | a car the door of which was stolen |
Konaklama | lodging |
biri iddia edebilir ki .... | one can argue that |
Mümkün olduğunca | as far as possible |
bildiğim kadarıyla | as far as I know |
lisenin ötesinde | beyond high scool |
kamusal eğitimin genişletilmesi | the expansion of public education |
Eğitim yerel olarak düzenlenmelidir. | Education should be arranged locally. |
öngörmek | to envisage |
önemli bir kısım | a considerable fraction |
mesleki eğitim | vocational education |
Meslek Lisesi | vocational high school |
çok kalabalık bir eyalette bile | in even a very populous state |
Kelimenin tam anlamıyla imkansız. | It is literally impossible. |
Amcam tam anlamıyla beş parasız. | My uncle is literally broke. |
Klinik tıp - | in clinical medicine |
yeterli talimat | adequate instruction |
eğitmen | instructor |
yeterli büyüklükte şehirler | cities of sufficient size |
Amcam onurlu bir adamdır. | My uncle is a man of honour. |
yeterli laboratuvarlar el altında. | adequate laboratories are at hand. |
ulusal çıkarlar doğrultusunda | in the national interest |
gizli yetenek | the latent talent |
yıllarca, uzun bir süre | for ages |
Asırlarca beklemesin diye | In order for him not to wait for ages |
kılık değiştirerek | in disguise |
kaynaklanmak | to stem from |
kök | stem |
Vadilerde don görülür | Frost occurs in valleys |
bitişik tepeler | adjacent hills |
bitişik tepeler | adjacent hills |
sıra dağlar | mountain range |
Otobüs binemeyecek kadar kalabalıktı. | The bus was too crowded to get on. |
Bu çay içilmeyecek kadar çok sıcak. | The tea is too hot to drink. |
Çay içmek için yeterince sıcak. | The tea is hot enough to drink. |
toz | powder |
barut | Gunpowder |
tüm patlayıcıların en etkilisi | the most effective of all explosives |
tüm futbolcuların en ünlüsü | the most famous of all footballers |
tüm madenlerin en nadiri | the rarest of all mines |
ekmeğin tamamı | whole of the bread |
bütünü, tamamı | whole |
saman | hay |
(to) bir şeyden türetilmek | (to) be derived from something |
katran | tar |
Gazyağı | kerosene |
geniş ölçüde ayrılmış insanlar | widely separated people |
Ben ona yardım ediyorum, o da bana. | I help her, and she helps me, too. |
Ben sevmiyorum, o da beni sevmiyor. | I don’t like her, and she doesn’t like me, either. |
Ben ondan hoşlanmıyorum, o da sevmiyor. | I don’t like her, and neither does she. |
Ben ona yardım ediyorum, o da öyle. | I help her, and so does she. |